The Guardian gazetesi, haftalık Guardian Weekly ekinde, II. Dünya Savaşı’nın en karanlık yıllarından günümüze parlak bir ışık tutmayı amaçlayan olağanüstü güncellikte ve tüyler ürpertici nitelikte bir tanıklığa yer verdi. “Varşova Gettosu’ndan sağ çıkabildim. Ama şimdi, Holokost’u yaratan hataları tekrarlamaya mahkûm olduğumuzu dehşetle farkediyorum.” Türkçe çevirisi burada.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel bu yaz şöyle dedi: “Savaştan sağ çıkabilen nesil aramızdan ayrıldığında, biz de tarihten ders çıkarıp çıkaramadığımızı o zaman anlayacağız.” 1925’te doğmuş, Varşova gettosundan sağ çıkabilmiş, ailesini Holokost’ta kaybetmiş, Polonya yeraltı teşkilatı Anayurt Ordusu’nun özel harekât birliğinde hizmet vermiş ve 1944 Varşova ayaklanmasında çarpışmış bir Polonya Yahudisi olarak, Avrupa tarihi içinde topun ağzında olmanın ne demek olduğunu biliyorum – ve doğru dersleri çıkartma muharebesinin kaybedilme tehlikesiyle yüzyüze olduğumuzdan korkuyorum.
Şimdi 93 yaşında, Tel Aviv’de yaşamakta olan biriyim ve anavatanım Polonya’da “somun pehlivanı” yurtseverlerin, kuşağımın anılarını nasıl ustaca manipüle etme peşinde olduklarını gözlemekteyim. Bu kişiler “ulusal onur”u yücelttiklerini ya da günümüz gençlerine “gurur” aşılamakta olduklarını sanıyor olabilirler, ama aslında gelecek kuşakları karanlıklar içinde, savaşın karmaşıklığından bihaber ve bizlerin öylesine büyük bir bedel ödediği hataları tekrarlamaya mahkûm olarak yetiştirme tehlikesine sürüklüyorlar.
Ne var ki, bu sadece Polonyalılığa özgü bir olgu değil: Avrupa’nın birçok yerinde meydana gelmekte ve bizim deneyimlerimiz bütün kıta için çıkarılacak dersler içermekte.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim kadarıyla, ilk olarak, geleceğin Avrupa kuşaklarına, benim kuşağımı gerçekte olduğu şekilde hatırlamalarını öğütlemek isterim. Hepimiz, bugünün gençleri ile aynı kusur ve zaafları barındırmaktaydık: Çoğumuz ne birer kahramandık, ne de bir canavar.
Elbette, olağanüstü işler yapan birçok kişi vardı, ama çoğu zaman aşırı şartlar onları bunu yapmaya zorluyordu; üstelik, o zaman dahi gerçek kahramanlar çok az sayıda ve pek nadirdi: Kendimi o kahramanlar arasında saymıyorum.
Aynı şey, ahlâki yükümlülüklerini yerine getirmeyenler için de geçerli. Elbette, bağışlanamaz suçlar işleyen birçok insan vardı. Ama biz dehşet ve korku içinde yaşayan bir kuşaktık ve korku insanları feci şeyler yapmaya zorlar.
İkinci söyleyeceğim şey şu: “kahramanlar nesli” diye birşey olmadığı gibi, “kahraman ulus” diye birşey de yoktur – doğrusunu isterseniz, fıtrat bakımından kötücül ve habis bir ulus da yoktur. Şunu itiraf etmeliyim ki hayatımın büyük bir bölümünde, Polonyalıların savaş zamanındaki sicillerinden gurur duymalarının, bu sicille iftihar etmelerinin onlar için önemli olduğu düşüncesindeydim – bu düşünce beni, Varşova’da Nazi işgali altında Anayurt Ordusu saflarındaki deneyimlerimi aktarırken, Polonyalı yoldaşlarımın kayıtsızlıklarına ya da yardımdan kaçınmalarına ilişkin bazı davranış örneklerini es geçmeye sevk etti. Yalnızca şu son yıllarda, gururun kendini üstün görmeye, kendini üstün görmenin kendine acımaya ve saldırganlığa dönüştüğünü gözlemledikçe, tanık olduğum zaaf örnekleri konusunda açık sözlü olmamanın ne kadar yanlış olduğunu farkettim.
Gerçek şu ki, bir Polonyalı ve bir Yahudi, bir asker ve bir mülteci olarak, ben Polonyalıların elinde birbirinden çok farklı bir dizi davranışla karşılaştım: Beni evinde barındırma riskini göze alanlar da oldu, içinde bulunduğum savunmasız durumdan yararlanmaya kalkanlar da.
Ve, dünyamı yerle bir eden Nazi Almanyası idi ama, hayatımı kurtaran da bir Alman kadın oldu – beni Polonya yeraltı hareketine kabul edecek olan erkeklerle tanıştıran bir Alman kadın. Hiçbir ulus erdemin tekeline sahip değildir – aralarında pek çok İsrail vatandaşı yurttaşımın da bulunduğu sayısız insan bu gerçeği kabullenmekte hayli zorlanıyor.
Üçüncüsü, yalanların yıkım gücünü asla küçümsemeyin. 1939’da savaş patladığında ailem doğuya kaçtı ve birkaç yıllığına Sovyet işgali altındaki Lwów (şimdi batı Ukrayna’daki Lviv) şehrine yerleşti. Şehir mültecilerle doluydu; ortalık Sibirya ve Kazakistan’daki gulaglara (esir kamplarına) kitleler halinde sürgünler yapılacağı dedikodularından geçilmiyordu. Ortalığı sakinleştirmek için bir Sovyet resmî görevlisi çıktı, bir konuşma yaptı ve dedikoduların külliyen yalan olduğunu – şimdi olsa buna “yalan haber/fake news” derdik – ve bunları yayanların tutuklanacağını söyledi. Bu nutuktan iki gün sonra gulaglara kitle sürgünleri başladı.
Bütün o insanlar ve benim ailem de dahil milyonlarca başkası, yalanlarla öldürüldü. Ve şimdi de yalanlar, sadece o dönemin hatırasını tehdit etmekle kalmıyor, o zamandan beri elde edilmiş tüm kazanımları da tehlikeye atıyor. Günümüz kuşağı kendisine hiç uyarıda bulunulmadığını iddia edebilme lüksüne sahip değil.
Son söyleyeceğim de şu: Siz siz olun ve dünyanızın, bizim dünyamız gibi çökmesinin imkânsız olduğunu bir an olsun düşünmeyin. Bir bakmışsınız, doğup büyüdüğüm şehir olan Lodz’da huzur içinde memnun mutlu bir ergen hayatı sürerken bir bakmışsınız ailecek yollarda kaçıyoruz. Beş yıl sonra bomboş evime döndüğümde Holokost’tan sağ çıkabilmiş, Yurtsever Ordusu gazisi, Stalin’in gizli polisi NKVD’nin korku ve dehşet içinde yaşayan biriydim. Sonunda kendimi o zamanlar Britanya himayesi statüsünde olan Filistin’de, Yahudi anavatanı için kurtuluş savaşı veren biri olarak buldum.
Felaket kapıya dayandığında, bir zamanlar baş tâcı edip el üstünde tuttuğunuz bütün o yalanların hiçbir işinize yaramadığını anlayacaksınız. Ahlakın tamamen çöktüğü bir toplumda yaşamanın nasıl birşey olduğunu göreceksiniz o zaman. Ve her şey olup bittiğinde, tanıklar bu dünyadan geçip gittiğinde, yavaşça bakacak ve fakat kesinlikle göreceksiniz ki, bu en ağır dersler unutulmuş, onların yerini yeni efsaneler alıvermiş.
Stanisław Aronson, Nazi işgali altında Polonya direniş hareketi içinde yer almıştır. Kendisi İsrail’de yaşamaktadır.
Makalenin İngilizce aslını buradan okuyabilirsiniz.
Çeviren: Ömer Madra